
Hepimizin hayatına ışık tutan, yolumuzu aydınlatan, hayatıyla, çektiği sıkıntılar ve tatlı hatıraları ile herkese örnek olan, tecrübeli bir insan. Kimdir Sabri Baba, nerede doğmuş nasıl yaşamıştır? Tarikata nasıl girmiştir? Elbette bizlere sohbetlerinde bir çok kez kendi hayatından kesitler anlatmıştır. Burada tekrar hatırlamak istedik.
Babamız Yunanistan'ın ıskeçe iline bağlı Elmalı köyünde 1929 senesi Mart ayında dünyaya gelmiştir. Babasının adı Hasan annesinin adı Aişe'dir. Babasının babası Ali ve Babasının annesinin adı Fatıma'dır. Annesinin annesi Hamide ve Annesinin babası Hasan'dır. Babasının lakapları Kıroğulları olup üç dört asır evvel Konya'dan göç edip oraya yerleşmişlerdir. Annesinin lakabları ise Karaalioğulları'dır. O zamanlarda soyadı kanunu olmadığından sülaleler lakapları ile anılırdı. Sekiz kardeştiler fakat üç kardeşi daha çocukken vefat etti. Iki ablası vardı.Zülfiye ve Fatıma. Iki de erkek kardeşi vardı .Rahmi Amcamız ve Fevzi Amcamız. Sabri Babamızın babası hafız ve köydeki Camiinin imamı idi. Kur'an dersleri verir, bir çok talebeler yetiştirirdi. Böyle güzide ve takva sahibi bir babanın evladı olarak Sabri babamız 1929 yılında dünyaya gelmiştir. Kur'an-ı Kerimi babasından öğrendi Sabri babamız camide ezan okumaya, Kuran'ı Kerim okumaya ve namaza çok heveslidir. Daha ergenlik çağına girmeden namazın önemini anlamış ve namazına özen göstermiştir. Namazını ve dini vecibelerini daha kendine farz olmadan önce dahi aksatmamıştır.
Çocukluk yıllarında dünya tam bir kaos içerisindedir. 1939 yılında başlayan Ikinci dünya savaşı sıralarında köyde çeşitli zulümlerle karşılaşırlar. Bu ortamda okula gitmek ve ilim tahsil etmek çok zordur. Buna rağmen ilkokulu köyde bir Bulgar okuluna giderek tamamlar.
Bulgar çeteleri köylere baskınlar düzenleyip. Köyün genç erkeklerini, evlerdeki yiyecek, giyecek, hayvan ne varsa alıp götürürlerdi. Çocuklara alınan bayramlık elbiseleri dahi evin dışında otların arasında saklamak zorunda kalırlardı. Bu yüzden çok zahmetli bir çocukluk dönemi geçirmiştir. Köyde herkes korku içinde yaşardı. Yunan hükümeti tarafından sağlanan silahlar ile köyün etrafında mevziler kazılmış geceleri köydeki belirlenen kişilerce sıra ile nöbet tutulurdu. Gündüzleri baskın olmuyordu. Çeteler genellikle geceleri köyü basarlardı. Herkes evinde, bahçesinde kendileri için saklanacak yerler kazarlar ve baskın olduğu zaman oralara saklanırlardı. Lakin bir gün çete gündüz köye iniverdi. Ve köydekileri hazırlıksız yakaladı. Silah sesleri ile irkilen köy halkından saklanabilenler saklandı. Kaçabilenler kaçtı. Kimisi orada can verdi, kimisini alıp gittiler. Köyü de yaktılar. Çoğunun evleri yandı. Elbette bu zahmetli hayatın içinde yaşayanlar güvenli yerlere gitmeyi istiyorlardı. Önce köyden Iskeçe'ye geldiler sonrada oradan da Türkiye'ye kaçtılar. Kimisi Istanbul'a kimisi de Izmir'e yerleşti. Her şeylerini köylerinde bırakıp geldiler.
Sabri Babamız 1949 yılında Türkiye'ye geldiğinde Istanbul şehrine yerleşti. Türkiye geldiğinde de zorluklar yine devam etti. Türkçeyi bilmemenin zorluğunu çekti. Yabancı bir memlekette hissetiler kendilerini. Minarelerde ezan Türkçe okunmakta. Halk camilere gitmekten korkmaktaydı. Sabri Babamız gönlündeki Türkiye düşüncesiyle karşılaşamayınca o anki hayal kırıklığı ile babasına “Madem burasının böyle olduğunu biliyordun. Neden bizi buraya getirdin?” Diye sitem etmiştir. Istanbulda yaklaşık iki sene kaldıktan sonra Izmir'e yerleşti. Sabri Babamız Izmir'de lastik fabrikasında çalışmaya başladı. Okumayı çok severdi. Ilim ile yanan gönlünü ferahlatmak için bol bol okur. Her fırsatta okurdu.
Sabri Babamız daha Izmir'e gelmeden, Istanbulda iken bir rüya görür. Rüyasında Peygamber Efendimiz (sav)'den el alır. Sabri Babamıza o günden vefatına kadar. Nasıl yaşayacağını, neler yaşayacağını tek tek yaşatırlar. 1995 yılında yaptığı sohbetinde bu rüyadan şu cümlelerle bahsetmektedir. “Biz henüz bu yola girmeden, henüz Izmir'e gelmeden, Istanbul'da bir rüya gördüm, o bir rüya değil idi. O günden mezara kadar ne yaşayacağımızı, nasıl yaşayacağımızı, başımızdan neler geçeceğini teker teker bize yaşattılar ve anlattılar.” Izmir'e gelip yerleştikten sonra teslim olacak bir kapı aramaya başladı. Muhabbeti Resulullah, Muhabbeti Ehli Beyti Resulullah ile yanan gönlü ile aradı. Bir iki kapı gezdikten sonra en nihayet o da gönlünün sultanını buldu. Istanbul Laleli’de ikamet eden Muhammed Bahaeddin CANBAKAN hazretleri ile tanıştı. Görüştü, araştırdı ve teslim oldu.
Ellah'ın mazharına tam Sultanım Bahaeddin Hu
Kutb-u Alem derya-yı vahdettir, Abdü'l-Kadir'in sırrıdır
Ism-i Azam hem virdidir, Sultanım Bahaeddin Hu
Gönlüne giren şâd, cümle gamdan âzâd olur
Ilmullah'da üstâd olur, Sultanım Bahaeddin Hu
Baş Açık gezdim cihanı, buldum böyle Sultanı
Bundadır Sırrı Geylani, Sultanım Bahaeddin Hu
Bir nazar kılsa bir cana, Erdirir onu canane
Vuslat bulur ol Subhanı, Sultanım Bahaeddin Hu
Bilmedim kadrin nideyim, pâyına yüz süreyim
Afvetsin cürmüm nideyim, Sultanım Bahaeddin Hu
Mürşidi cananım oldur, söyler dilin canım oldur
Kavlim Sultanım oldur, Sultanım Bahaeddin Hu
Sabri divaneye meded, O'ndan erdi kalmadı dert
Ismi olsun dilimde vird, Bahaeddin Sultanım Hu
Çevresindeki arkadaşlarını da teşvik etti. Arasıra Istanbul'a Bahaeddin Baba'yı ziyarete giderlerdi. Senede iki defa Bahaeddin Baba Izmir'e gelirdi. Ilk zamanlar Izmir'de her hafta kendi evlerinde toplanır zikrederlerdi. Her hafta birinin evine giderlerdi. Elbette Sabri Babamız zikre çok önem verirdi. Kendi tek odalı evlerinde zikre gelineceği zaman. Odadan divanları çıkarır. Zikr bitip ihvan dağıldıktan sonra divanları tekrar yerine yerleştirirdi. Bahattin Baba Izmire geldiği sırada o eve dergah inşa etmesinin çok güzel olacağını söyleyerek gelecekte dolup taşacak cennet bahçesinin inşaatı başladı. Yavaş yavaş kısıtlı imkanlarla az kişiyle çalışarak dergahı inşaa ettiler ve artık orada toplanmaya başladılar. Gün geçtikçe ihvan çoğaldı, dergah dolup taştı. Defalarca dergahta tadilatlar yapılarak genişletmeye çalıştılar. Fakat gün geçtikçe yetmedi. Her zaman artarak devam etti.
Bahaeddin Baba vefatından on ay önce Izmir'e gelerek seccadesini, tesbihini bazı kitaplarını getirdi ve Sabri Baba'ya verdi. Bundan sonra gelmeyeceğini söyledi. Onlara bu vakitten sonra neler yapmaları gerektiğini anlattı. Vasiyetini yaptı. Ve ayrıldı. Sabri Babamız ve diğer kardeşler ağladılar, sızladılar, boyunları bükük on ay boyunca Istanbul'dan haber beklediler. En nihayet Bahaeddin Baba rahatsızlandı. Ziyarete gittiler. Bahaeddin Baba, Sabri babamıza “Gel evladım, kokla” dedi. Babamız eğildi ve Bahaeddin Babanın sağ tarafını kokladı. Bahaeddin Baba “mevt kokusudur bu”. Tekrar Bu sefer sol tarafını koklattı. Orada koku yoktu. Bahaeddin Baba “daha bir ay var evladım.” dedi. Ve Sabri babamıza “şayet sen bulunmazsan ben tembih ettim annene. Kalan kitapları geldiğin zaman sana versin” diyerek Onun gelemiyeceğini bildirdi. Sabri Babamızda gönlünden “nasıl olurda gelemem iki elim kandada olsa gelirim” diye düşünmüştü. Fakat Bahaeddin baba bu sözü üç kez tekrarladı. Yanından ayrılıp Izmir'e döndüler ve bir ay sonra Babamız mide kanaması geçirdi. Hastahanede yatarken şeyhi, mürşidi, her şeyi olan Bahaeddin Baba'nın hakka yürüdüğünü öğrendi. Her ne kadar kalkmaya teşebbüs etsede düştü, kalkamadı.
Toplantılar devam etti. şer'i şerifi Ahmedi ve ahkamı Tarikatı Ahmediyi dikkatle icra ettiler. Günler geçer ve ihvan hızla çoğaldı. Derken ilk yapılan dergah artık yetmedi ve yeni dergah inşaa edildi. Toplantılar burada devam etmiştir. Bundan sonra da bi iznillah devam edecektir.
Evet memleketlerinden ayrılarak buralara geldiler ve başladılar. Yavaş yavaş zorluklar, sıkıntılar içerisinde üç dört kişiyle başlayarak bıkmadan usanmadan bizler için bu eşsiz cennet bahçesini hazırladılar. Zamanın şartları, yoksulluk onları bezdirmedi.
Sabri Babamızın hayatı ihvanı için en iyi bir örnektir. Çünkü kendisi bütün evliyaların hayatlarından en az bir halini kendi hayatına tatbik ettiğini söylerdi ve bütün şehir onunla aydınlandı.
Bahaeddin Baba bir mektubunda bu sözleri ile bunu belirtiyor.
“Elhamdülillah var ol benim temiz, edebi güzel, nezih evladım. Büyük şehir senin vücudun zikriyle aydınlanıyor.”
Evlatları için sürekli yazılar yazardı. Evlatlarının da yazmasını isterdi. “Gönlünüze ne geliyorsa yazın evladım” derdi. Yazılanları da özenle muhafaza eder ve cevaplandırmadan bırakmazdı. Her evladı için bir beyit yazmıştır. Evradı şerifi daha rahat okumaları için Türkçe karakterlerle yazıp, ilahileri bir kitapta toplamıştır. Rufailerin Hazinesi adlı kitabı oluşturmuştur. Kur'an-ı Kerim, müezzinlik, dua kasetleri doldurmuştur. Onun hayatı sürekli bu yolda çalışarak bir şeyler yaparak geçmiştir. Hayatını bu yola ve ihvanına adamıştır.
Evlatları ile birlikte mübarek topraklara gitmek oralarda evlatları ile olmak çok hoşuna giderdi. Dergahta zikirlerden sonra evlatları ile telbiyeler okurdu. Her halinden oranın özlemini yaşadığı belliydi.
Evlatları ile birlikte gittiği son umre de 12 Temmuz 2006 tarihinde vuslat etti. Öyle bir gidişle gitti. Lebbeyk nidalarıyla vuslat etti. Cenab-ı Hakk'a gönlünü açarak, teslimiyetini ilan ederek vuslat etti. Kulluğunu itiraf ederek, sevgisini perçinleyerek, varlığını ona adayarak vuslat etti.
“Lebbeyk. Allahümme Lebbeyk. Lebbeyk la şerike leke lebbeyk. Innel hamde ve'n-ni'mete leke vel mülk la şerike lek:”
“Buyur emret, ey varlığı mutlak lazım olan Allah'ım, emrine hazırım ve ilahi iradene itaat ederim. Senin benzerin ve ortağın yoktur”